Bir önemli din önderi ile Nobel ödülü kazanmış bir edebiyatçının kendi kendilerini sürgüne gönderdiği bir ülkeyiz, bu durumdaki garipliği sorgulamanın aklımıza gelmesi için bir piyanistin “Giderim ha!” demesi gerekiyormuş.
Belki de en geniş 'sürgün edebiyatı' bizde olduğu içindir.
Osmanlı döneminde rejim muhalifleri soluğu İstanbul'un elinin uzanamadığı topraklarda alıyordu; dönemin 'samizdat' türü yayınları öyle uzak köşelerinde yayımlanıyordu İmparatorluğun. Çoğu muhalif ise, Fazıl Say'ın da aklından geçtiği üzere, Batı ülkelerini tercih ediyordu sürgün yeri olarak... Londra, Paris, Berlin gibi Batı başkentleri, yıllarca, kendilerini sürgüne çıkarmış (ya da öyle olduğunu düşünen) Osmanlı aydınlarına yuva teşkil etti.
Türkiye Cumhuriyeti Osmanlı hanedanını 'sürgün' ederek işe başladı; ardından '150'likler' diye anılan listedeki muhalif aydınların yurtdışına sürgünü geldi. Rejim yanlısı muhaliflere daha nâzik sürgün türleri bulunmuştu; ünlü edebiyatçımız Yakup Kadri Karaosmanoğlu uzun yıllar yurtdışında yaşamasına sebep olan büyükelçilik günlerini 'Zoraki Diplomat' adını verdiği anılarında anlatır.
Say Ailesi'nin ideolojik akrabası Nazım Hikmet 17 yıl cezaevlerine katlandıktan sonra kendini 'sürgüne' atmamış mıydı? 27 Mayıs'ın darbeci kadrosu çatlayınca, muktedirler, içlerinden 14 kişiyi 'sürgün' görevlere göndermişti. 12 Mart ve 12 Eylül dönemleri 'sol' kadrolarından bazısı cezaevleri yerine Batı'ya sürgünü yeğledi. O dönemde kendilerini sürgüne yollamışlardan Şanar Yurdatapan'ın besteleyip Melike Demirağ'ın seslendirdiği 'İstanbul'da Olmak' şarkısı o dönem siyasi sürgünlerinin hislerini yansıtır.
Sanatçılarımızın durumu da çok farklı olmadı. Bu yazıyı yazarken bir yandan da Ahmet Kaya'nın 'Dosta Düşmana Karşı' albümünden şimdilerde Niran Ünsal'ın da fevkalade başarıyla seslendirdiği 'Giderim' şarkısını dinliyorum; Ahmet Kaya hastalık ve ölümle ülkesinden uzakta, sürgünde karşılaşmadı mı? Cem Karaca da, Turgut Özal sistemi zorlayarak kapıyı aralamasaydı, aynı âkıbete uğrayabilirdi.
Orhan Pamuk'un gönüllü sürgünü içimizi sızlatmalı. Nobel kazanmış tek Türk Orhan Pamuk, bütün eserlerine konu teşkil eden yurdundan uzakta yaşamayı seçmiş durumda. Yalnızca aldığı tehditler değil bunun sebebi, kıskançlıkların ve çekememezliklerin de rolü büyük olmalı bu kendi kendini sürgün etmede.
Fazıl Say “Çekip giderim” dediğinde hepimizin içinde bir tel koptu. Onun gitme sebebi 'siyaseten kaybetmişlik duygusu'; kendisini sayıca az bir grubun içerisinde görüyor, çoğunluğun tercihlerinin ve değerler sisteminin kendisinin varlığına tehdit teşkil ettiğini düşünüyor. Orhan Pamuk gibi 'yakın ve açık bir tehlike' değil onun için söz konusu olan; sadece bir duygu. Aslında o duygu da bize hiç yabancı değil: Osmanlı'dan beri aydınlar, ne zaman halk kendine gelip gücünü hatırlatmışsa, o tuhaf duyguya esir düşmüşlerdir.
Zaman zaman “Fethullah Gülen dönsün mü?” sorusu ortaya atıldığına göre bir de Fethullah Gülen adında bir sürgünümüz var. Ne yapmış da vatanından uzakta yaşamak zorunda kalmış acaba? Emekli paşaların “Yanıldık, yanıltıldık” diye birbiri peşi sıra ortaya atılıp hatalarını itiraf ettikleri geçmiş dönemlerde 'düşman' ilân edilenler arasında o da vardı. Kendisine yönelik tehlike hâlâ ortadan kalkmadığı için de sürgünden gelemiyor.
Arka planda Ahmet Kaya hâlâ çalıp söylüyor: “Artık seninle duramam / Bu akşam çıkar giderim / Hesabım kalsın mahşere / Elimi yıkar giderim // Sen zahmet etme yerinden / Gürültü yapmam derinden / Parmaklarımın üzerinden / Su gibi akar giderim.” Ahmet Kaya'ların kapıyı çarpıp gitmesi gerekmiyor bugün.
Bugünün Türkiye'si insana 'gitme' veya 'kaçma' düşüncesi veren bir ülke değil çok şükür. Yabancıların ilgisi en tepe noktada; güney kasabalarımız bir ara Osmanlı aydınlarına evsahipliği yapmış İngiltere ve Almanya gibi ülkelerden insanlara yuva haline dönüştü. Çeşitli sebeplerle daha önce terk edenler dönüyorlar; sürgünler de dönmeliler.
Akıllıysa Fazıl Say da bir yere gitmez. Böyle güzel bir memleket bırakılır mı?
Fehmi Koru
19 Aralık 2007 / Yeni Şafak Gazetesi